29 Ocak 2011 Cumartesi

Bir İş Görüşmesi Hikayesi





Neredeyse bir saat oldu… Girişteki bekleme odasının her ayrıntısını gözüm kapalı anlatabilirim. Koltuklar biraz eskimiş, oysa duvarların badanası ve yer döşemeleri pırıl pırıl. Belli ki yeni taşınmışlar, eski ofis mobilyalarıyla. Sağ elimle belli etmeden kenarlardan çıkan küçük iplikleri koparıyorum, sonra avcumun içinde yuvarlayarak koltuğun altına atıyorum. Bu arada avuçlarımın terlediğini hissediyorum, şimdi tokalaşırken ne kötü olacak! Büfedeki çocuk 3-4 kez geldi, içinde sigara, gofret, kola dolu poşetleriyle. Susadığımı fark ettim. Acaba sekreter kızdan içecek bir şey istesem mi?

Çaprazımda, her iki yanında büyük süs bitkileri –bence gerçek değiller- olan bir masada oturuyor. Telefonlardan birini gelen aramaları aktarmak için, diğerini de Esra ile konuşmak için kullanıyor. Esra da başka bir yerde çalışıyor ve anladığım kadarıyla nişanlısından yeni ayrılmış. Bizim sekreter kız da, Esra da çok yoğun çalışıyorlar. Hatta bir ara hangisinin daha yoğun olduğu üzerine konuşurlarken neredeyse tartışmaya başlayacaklardı. Bir Esra arıyor, bir bizimkisi... E onların da söylediği gibi, şekerim başka türlü zaman geçmiyor!

Karşı koltukta iki kişi daha var, yer olmadığı için biraz sıkışık oturuyorlar. Onlar da benim başvurduğum pozisyon için mülakata gelmişler. İşin kötüsü, ikisi de aynı şirkette çalışıyor. Her gün ofisi paylaştığın bir kişiyle, mülakata geldiğin şirkette karşılaşman kadar doğal bir şey olamazmış gibi, birbirlerine anlayışlı anlayışlı gülümsüyorlar. Birbirlerini ilk görüşlerinde, yüzlerinde oluşan ifadeyi herhalde asla unutamam. Donup kalma, şaşkınlık, sonra hızlı bir toparlanma (İş dünyası, olur böyle şeyler değil mi ama?) ve “Sen ne zaman başvurdun? Ben başvurmamıştım, internetten özgeçmişimi bulmuşlar, davet ettiler bir tanışayım dedim” gibi ‘şeffaf’ açıklamalar yapma konusunda amansız bir yarış…
Bu konuşmalardan sonra ikisi de gözlerini bana diktiler, süzüp duruyorlar. Sanki yapışık ikizler mülakata gelmiş, tek rakipleri de ben! Bak yine avuçlarım terliyor…

İşte biri dışarı çıkıyor, sekreterimiz ismimi söyledi. Şimdi sıra bende, oysa canım hiç yerimden kalkmak istemiyor. Sanki yıllardır bu eski koltukta; sekreter, yapay süs bitkileri, büfedeki çocuk ve yapışık ikizlerden oluşan dünyanın bir parçasıyım. Kaç gündür aklımda kurduğum onca cümle, mülakatlar konusunda okuduğum her şey son bir saatte uçup gitmiş gibi. Sakin ol, kendine güven, dik dur ve gülümse.

Aydınlık ama dar bir koridordan geçerek görüşme odasına giriyorum. Masada çay-kahve bardakları, yarı dolu bir kültablası, bir kenarda özgeçmiş olduğunu düşündüğüm ters çevirilmiş kağıtlar duruyor. Sıcak ve havasız, belli ki bu saate kadar çok kişi girip çıkmış. Ve karşımda, görüşmecilerim. Tokalaşıyoruz, hafifçe yüzüm kızarıyor, avuçlarımın hissettiğim kadar terlememiş olmasını umuyorum. Önce oturacağım koltuğu işaret ediyorlar, ben çantamı nereye koysam diye düşünürken işte ilk soru geliyor:

“Sibel Hanım, bugüne kadar 4 kere iş değiştirdiğinizi görüyoruz. Bir yerde en fazla 1,5 yıl çalışmışsınız. Neden bu kadar sık iş değiştirdiniz?”

Bu soruyu bekliyordum ama ilk soru olmasını değil! Önce beni biraz tanısaydınız? İlk iş yerimin ben başladıktan 4 ay sonra kapandığını anlatıyorum. Diğerinde yöneticimle düştüğümüz fikir ayrılıklarından bahsediyorum ve üçüncüsünden kariyerim için daha iyi bir adım olacağını düşündüğüm bir teklif aldığım için ayrıldığımı söylüyorum. Bunları söyledikçe kendimi sanki hakim karşısında dili çözülüvermiş bir suçlu gibi hissediyorum. Arada bir bana, bir birbirlerine anlam yükleyemediğim bakışlarla bakıyorlar.

“Hımmm… Evet, evet… Peki ya sonuncusu? Oradan ayrıldığınızdan beri, bakıyoruz da yaklaşık 4 aydır çalışmamışsınız…”

Evet çalışmadım, çalışamadım. Çünkü her şey sizin şu devasa bitkileriniz kadar yapay geliyordu. Kendime olan tüm inancımı kaybetmiştim. Dereceyle kazandığım üniversitem, keyif dolu geçen okul yıllarım, eşimin ve arkadaşlarımın başarılarıma olan bağımlılıkları ve içinde ‘ben’ olan her şey önemini yitirmişti. Size hiç olmaz mı? Bazen zor dönemleriniz olur ama önemli olan yeniden ayağa kalkıp “Ben de varım” diyebilmek değil midir? Hem 4 ay insan hayatında nedir ki?

Son iş yerimde mutsuzdum. Yöneticimin her sabah 11.00 gibi ofise gelmesini, saatler süren öğle yemeklerinden dönüp bana bu hafta sonu da çalışağımı söylemesini kaldıramadım. 1,5 sene boyunca 3 gün bile izin alamadan neredeyse haftanın her günü fazla mesai yapmak ve bunun maddi ya da manevi bir karşılığını alamamak beni çok yordu. Ayrıca dedikodu ortamına da ayak uyduramadım. Herkesin birbirine ismiyle hitap ettiği ve başlangıçta benim çok sıcak bulduğum bu ortamın aslında kaynayan bir kazan olduğunu fark ettiğimde ise hayal kırıklığına uğradım. Ve suçu hep kendimde aradım. Çünkü onlar daha çoktular. Birbirlerinden nefret etmelerine rağmen güler yüzleri ve esnek görüşleri ile pek hoştular. Gerçektim ve uyumsuzdum, o yüzden de giden ben oldum.

“Son şirketimde, kariyer olanakları konusunda başlangıçta verdikleri sözlere sadık kalmadılar. Önümü göremediğim için ayrılmaya karar verdim.” Bilmiyorum bu cevap sizi ne kadar tatmin eder? Yoksa gerçekleri mi duymak istersiniz?
Boğazım kurudu. İçecek bir şey istesem mi? Masadaki yarı dolu çay bardağına gözüm takılıyor. Şöyle demli bir çay ne iyi giderdi…

İş deneyimlerimi anlatıyorum. Başarılarımdan, liderlik ettiğim projelerden bahsediyorum. Anlattığım hiçbir şeyin onlara yeterli gelmediği gibi bir his var içimde. Sanki akılları ilk soruda kaldı. En baştan elendim mi acaba?

"Yürüttüğünüz projelerde, teslim tarihine sadık kalamadığınız durumlar yaşadınız mı? Bir gün içerisinde aynı anda birçok işi yapmak zorunda kaldığınızda, işlerinizi nasıl organize ettiğinizi bize anlatır mısınız? Biliyorsunuz bizim gibi kurumsal firmalarda iş etiği her şeyin öncesinde gelir. Bu konuda şimdiye kadar karşılaştığınız bir zorluk, düştüğünüz bir hata oldu mu, olduysa nasıl bir çözüm buldunuz?"

Onlar sordukça ben anlatıyorum. Ne anlattığımın farkında değilim, zaten onlar da pek dinliyor gibi görünmüyorlar, not almayı da bıraktılar.

İşte en kritik soru da geldi: Kendimde gördüğüm 'gelişmeye açık' noktalar. Aslında o kadar çok ki... Sorgulamayı seven bir insanım ben. Kendimi sevmediğimden değil, aksine sevdiğimden yapıyorum bunu. Örneğin, yeterince girişken değilim. Bir de hislerimi hiç saklayamamam. Oysa iş hayatında yüz ifadeniz ve ses tonunuz en kötü anlarda bile kontrol altında olmalı, biliyorum. Bir iş görüşmesinde bunları söylememem gerektiğini bildiğim gibi...

"Daima mükemmeli arayan bir yapım var, o yüzden üstlendiğim çok küçük bir iş bile kusursuz olana dek uğraşıyorum. Bazen bu huyum, ekip çalışmalarında herkesten çok sorumluluk almama yol açıyor ve beni yıpratabiliyor. Bunun yerine kişileri yaptıkları işi doğru yapmaya yönlendirmeliyim diye düşünüyorum. Kendimi bu konuda giderek geliştirdiğimi de hissediyorum."

Bu cümleleri ben mi kurdum? Neyse, sanırım beğendiler. Klasik bir başlangıç ama doğru bir sonuç diye düşünmüş olmalılar.

"Sibel Hanım... Evlisiniz... Çocuk düşünüyor musunuz? Biliyorsunuz çalışmaya başlarsak buradaki ilk yıllarınız çok yoğun geçecek. O anlamda doğum izni gibi durumların ortaya çıkıp çıkmayacağını da bilmemiz gerekiyor..."


Henüz eşimle bile konuşmamışken bu konuyu sizinle paylaşacak olmam ne kadar güzel... Peki kendimi böyle hazırlıksız yakalanmış, evli ve suçlu hissetmeme neden olan şey nedir şimdi?
"Çocuk mu? Tabi ki düşünmüyorum. İşim hayatımda hep ilk sırada yer almıştır. Kariyerimi etkileyecek böyle bir karar almama imkan yok."

Sahi bu insanlar kim? İnsan kaynaklarından mı yoksa başvurduğum pazarlama bölümünden mi olduklarını söylemediler. Orta yaşlı olan bir yönetici olmalı, ama hangi bölümde?

Beni arayacaklarmış, öyle dediler. Eve dönerken billboardlarda o şirketin reklamlarını gördüm. "Tüm dünyada bebekler bizim giysilerimizi giyiyor!.." Reklam panolarındaki bebeklerin dünyadan habersiz gülücükleri sokakları süslüyor. Çalışanlarının çocuk yapmasını istemeyen bir firmanın ürettiği bebek giysileri pazarda ilk sırada yer alıyor. Gülümsüyorum. Gülümsemem, bebeklerinkine hiç benzemiyor.

İnancımı bir kez daha mı kaybediyorum? Evdeki huzurlu köşeme saklanıp, hayata dair şikayetlerime kaldığım yerden devam mı etmeliyim? Yanlış bulduğum şeyleri düzeltecek, hayallerimin arkasında duracak gücüm var mı?

Karar veremiyorum.


Yazar: Deniz Yalım Kadıoğlu (Yolculuk Dergisi Editörü)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder